KIRILAN KANAT

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz.Süleyman dervişi hemen huzuruna çağırtır ve ona sorar;

Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”

Derviş kendini şöyle savunur:
Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı

Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve şöyle der:
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun

Kuş’un kendini savunması Hz. Süleyman’ı da şaşırtır:
Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”

Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.

Ancak bu emre Kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.

Neden” diye sorar Hz. Süleyman.

Kuş nedenini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.“

YAŞLI BİR BEY…

Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken, bir

bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış.

Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar.

Hemşireler, önce pansuman yapmışlar ve ‘biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler.

Yaşlı bey huzursuzlanmış; “acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” söylemiş.

Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.

“Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum” demiş.

“Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz” deyince ,yaşlı adam üzgün bir ifade ile “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” demiş.

Hemşireler hayretle “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?” diye sormuşlar.

Adam buruk bir sesle “Ama ben onun kim olduğunu biliyorum” demiş.

“Çiçek sulandığı kadar güzeldir,

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,

Bebek ağladığı kadar bebektir.

Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin,

bunu da öğren,

Sevdiğin kadar sevilirsin.”

Can Yücel

FIRTINADA UYUYABİLİR MİSİN ?

Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu.Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı.

Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp ‘çiftlik işlerinden anlar mısın?’ diye sormadan edemedi çiflik sahibi. ‘Sayılır’ dedi adam, ‘fırtına çıktığında uyuyabilirim’ . Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boşverip çaresiz adamı işe aldı. Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar: Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: ‘Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Herşeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.’ Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: ‘Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya.’ Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.

Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu: A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı: ‘Fırtına çıktığında uyuyabilirim’

Sıkıntılara zihnen (bilgi, plan), mânen (dua), maddeten (tedbir)

hazırsanız, fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz. Hayatınız boyunca.

Sevgiyle kalın.

-KIZGINLIKLA KARAR ALMAYIN, MUTLULUKTAN UÇTUĞUNUZDA SÖZ VERMEYİN.

İKİSİ DE SARHOŞLUK ÂNIDIR, AKIL BAŞTA DEĞİLDİR !

ALINTI

 

KORKU

Korkularına git.

Yavaşça gir ki derinliğini keşfedebilesin.

Ve bazen, çok derin olmadığını göreceksin.

Bir Zen hikâyesi şöyle anlatır:

Gece yürüyen bir adamın ayağı kayar ve adam taşlı bir yoldan düşer. Metrelerce aşağı düşmekten korkar, çünkü yolun kenarının çok derin bir vadiye uzandığını biliyordur. O da kenarda sarkan bir dala tutunur. Gecenin karanlığında, altında görebildiği tek şey, dipsiz bir uçurumdur. Bağırır ve tek duyduğu kendi sesinin yankısı olur. Onu duyacak kimse yoktur etrafta.

Bu adamı ve bütün gece yaşadığı işkenceyi hayal edebilirsin. Ölüm sürekli altında bekler, elleri üşür, hâkimiyetini kaybeder… Ama tutunmayı başarır ve güneş çıktığında aşağı bakar… Ve güler! Uçurum falan yoktur. Sadece on beş santim kadar aşağıda kayalık bir düzlük vardır. Tüm gece dinlenebilir, rahatça uyuyabilirdi –düzlük yeterince genişti- ama bunun yerine, bütün gecesini kâbus gibi geçirdi.

 

Kendi tecrübelerimden yola çıkarak sana şunu söyleyeyim:

 

Korku, on beş santimden daha derin değildir. Şimdi ister bir dala tutunup tüm yaşamını bir kâbusa çevir, istersen o dalı bırak ve ayaklarının üzerine bas, sana kalmış.

 

Korkulacak hiçbir şey yok.

 

OSHO

 

SESSİZLİK (M.Ö. 9. Y.Y. daki bakış açısı…)

Gürültü patırtının ortasında sessizce, sükunetle dolaş; sessizligin içinde huzur var.

Sakın bunu unutma.

Herkesle dost olmaya çalıs.

Sana bir kötülük yapıldıgında verebilecegin en iyi karsılık: “unutmak” olsun.

Bağışla ve unut…

Ama kimseye teslim olma…

İçten ol;

Telaşsız anlat…

Kısa, açık ve net konuş…

Başkalarına da kulak ver…

Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları,

Çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.

Yalnız…

Yaptığın planların değil…

Basardıklarının da…

Tadını çıkar…

Sevebileceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın.

Olduğun gibi görün…

Ve göründügün gibi ol…

Sevmiyorsan eğer…

Sever gibi yapma…

Çevrene, tanıdıklarına…

Önerilerde bulun…

Fakat asla hükmetmeye kalkma.

İnsanları yargılarsan, onları sevmeye zamanın kalmaz.

Ve unutma ki,

İnsanlığın sevgi konusunda yüz yıllardır öğrenebildiği kumsaldaki bir kum taneciği bile değildir.”

Hayatta kaybedebilirsin…

Kaybetmeyi,

ahlaksızca bir kazanca tercih et.

Bu dünyada bırakacagın en büyük miras dürüstlüktür.

Yıllar geçiyor, geçecek…

Yılların geçmesine öfkelenme…

Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.

Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme.

Rüzgarın yönünü…

Degistiremiyorsan…

Yelkenlerini. Rüzgara göre ayarla…

Çünkü dünya, karşılastığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip

getirmediğinle ilgilenir.

Arasıra…

Kendini tutamayabilirsin…

Yüregini isyana kaptırabilirsin…

Fakat unutma:

Evreni yargılamak imkansızdır.

Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol…

Sabırlı, sevecen ol…

Erdemini yitirme…

Önünde, sonunda sahip oldugun tek servet yine kendinsin.

Görmeye çalıs ki, bütün pisliğine ve kalleşligine rağmen dünya yine de insanoglunun biricik güzel mekanıdır.

 

Xsentos Milattan Önce 9. Yüzyıl

 

 

“ÖFKE VE HÜZÜN”

İnsanların hiçbir zaman ulaşamadıkları, belki de ulaşsalar bile farkına varmadan yanından geçip gittikleri büyülü bir krallıkta…

Elle tutulabilir şeylerin hiç bir zaman somutlaşmadığı sihirli bir krallıkta…

Bir zamanlar…

muhteşem bir gölcük varmış.

Kristal gibi saf sularında akla hayale gelecek tüm renklerdeki balıklar yüzer, yeşilin bin bir tonu yansırmış…

Ta ki bu sihirli ve berrak göle Hüzün ile Öfke, aynı zamanda banyo yapmaya gelene kadar.

İkisi de giysilerini çıkarmışlar, göle girmişler.

Öfkenin acelesi varmış(öfkenin her zaman acelesi vardır ya), nedenini bilmediği halde çarçabuk yıkanmış, sonra daha da aceleyle sudan dışarı fırlamış…

Öfke körmüş, en azından gerçeği açıkça ayırt edemezmiş. Bu nedenle aceleyle sudan fırladığında, eline ilk geçirdiği giysiyi üzerine giymiş…

Ve de bu giysi onun değil, hüzününki miş.

İşte böylece üzerine Hüznü geçiren öfke çekip gitmiş.

Çok dingin ve çok aklı başında, her neredeyse orada ilelebet kalmaya niyetli hüzün de banyosunu bitirmiş, hiç mi hiç acelesi yokmuş, daha doğrusu zamanın geçtiğinin bilincinde değilmiş, tembelce. yavaş yavaş gölden çıkmış.

Kıyıda giysilerinin yerinde olmadığını fark etmiş.

Hepimizin bildiği gibi hüznün hiç hoşlanmadığı bir şey varsa oda çıplak olmaktır. Bu nedenle gölün kıyısındaki tek giysiyi üzerine geçirmiş: Öfkeninkini.

Anlatırlar ki, bu olaydan sonra, insan kör, zalim, korkunç kızgın öfkeyle karşılaştığında çoğu kez şaşırır. Ama kendimize zaman tanır ve iyice bakarsak, gördüğümüz öfkenin bir kılıktan ibaret olduğunu fark ederiz, bu öfke kılığının ardında aslında hüzün gizlidir.

(DÜŞÜNDÜRÜCÜ HİKÂYELER-JORGE BUCAY)

BEN NEYİM ?

Ben neyim?

Olduğum gibi kim görebilir beni,

ne rengim var benim, ne nişanım.

Benim de bildiğim sırlar var, diyeceksin ama,

hem o sırlarım ben,

hem o sırları saklayanım.

 

Bu gönül ne vakit durulacak, bilmem.

Ama şu anda hiç kımıldamadan duran da benim,

yürüyüp giden de ben.

Ben bir denizim,

kendi varlığı içinde taşan,

uçsuz bucaksız,

alabildiğine geniş,

kıyısız, hür bir deniz.

İki dünya da yok oldu gitti bende.

Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni,

ne o dünyadan.

Sen bizim tıpkımızsın, dedim, ey can!

Amma yaptın, dedi,

o da ne demek?

Şu gördüklerin hep ben’im.

Yoksa, dedim, sen o musun?

Hey, kendine gel, sus, dedi,

benim ne olduğum, dedi, dile gelmez.

Öyleyse, dedim, işte sana dilsiz, dudaksız konuşan biri,

yoklukta ayaksız yürümedeyim, gökteki ay gibi,

işte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri.

Böyle koşup durmak, dedi bir ses, senin nene gerek.

Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim.

Sen beni gör asıl, beni!

Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum;

eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben,

Tebriz’li Şems’i gördüm göreli.

Mevlana

 

KENDİNİ SEV

Evet, yolculuğun sırasında, sırtına, taşımak zorunda kaldığın şeyler yüklenmiş olabilir.

Bu yükü taşıdığın için kendini sev.

Bazen yolunu şaşırdığın için kendini sev.

Bu sensin. Seni sen yapan şeyler bunlar.

Seni insan yapan, harika insan yapan şey budur. Eğer mükemmel olmasaydın, şimdi burada olmazdın. Dürüst olalım, mükemmel biri kimin umrundadır ki?

Mükemmel insanların yaptığı tek şey, başkalarında aşağılık duygusu uyandırmaktır. Kusurları kabul etmek, onları benimsemek senin için ne kadar kolay oluyorsa, içinde oluşan mutluluk duygusu o kadar kusursuz olacaktır.

Kendini olduğun gibi kabullendiğin anda, kendine ulaştın demektir.

Dört dörtlük olmayanlar kulübüne hoşgeldin! Olmadığımız biri gibi davranmayı bıraktığımız anda, bu yorucu sahte gösteri nihayet sona erer. Diğer insanları da oldukları gibi kabul edelim. Olduğun gibi davranmak kendine verebileceğin en büyük hediyedir. O halde her şeyi ile kimliğinin arkasında dur.

Pierre Franckh, Rezonans Kanunu

 

HER SABAH HESABINIZA YATIRILAN…

Her sabah hesabınıza 86.400 $ yatıran bir banka düşünün.

Gün boyu istediğiniz kadar parayı harcamakta veya harcamamakta serbestsiniz. Parayı istediğiniz şekilde kullanabilirsiniz.

Oyunun sadece tek bir koşulu var: Harcamayı başaramadığınız meblağ ertesi güne devretmez ve akşam hesabınızdan geri çekilir.

Ve bu paranın hiçbir bölümünü ne sebeple olursa olsun saklayamazsınız.

Bir önceki günün tutarının tamamını harcamış veya hiçbir bölümünü harcamamış da olsanız ertesi sabah hesabınızda yine 86,400 $ bulacaksınız.

Nasıl keyifli değil mi?

Farkında olsanız da olmasanız da aslında, hepimizin böyle bir bankası var.

Adı ZAMAN.

Her sabah 86.400 saniye hesabınıza yatıyor ve o gün daha fazlasını asla harcayamıyorsunuz.

Kullanamadığınız kısım ise akıp gidiyor ve hesabınızdan siliniyor..

Hiç devretmiyor.

Her gün size yeni bir hesap açılıyor.

Her akşam günün bakiyesi siliniyor.

Eğer günlük hesabınızı kullanmadıysanız, bu zarar sizindir.

Geriye dönüş yok, yarından avans çekmek yok.

Bugünü, bugünkü hesaptan yaşamalısınız.

Ona yatırım yapın ki, size sağlık, mutluluk ve başarı olarak geri dönsün.

Zaman akıp gidiyor gününüzü gün etmeye bakın!

BIR SENE’nin değerini anlayabilmek için sınıfta kalan bir öğrenciye sorun.

BIR AY’ın değerini anlayabilmek için prematüre bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun.

BIR HAFTA’nın değerini anlayabilmek için haftalık derginin editörüne sorun.

BIR DAKİKA’nın değerini anlayabilmek için treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun.

BIR SANİYE’nin değerini anlayabilmek için bir kazayı kıl payı atlatmış bir kişiye sorun.

BIR MİLİSANİYE’nin değerini anlayabilmek için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan kişiye sorun.

Şunu unutmayın ki zaman hiç kimseyi beklemez.

Dün artık mazi oldu.

Yarın ise muamma.

Bugün ise avuçlarımızın içinde bize sunulmuş bir armağandır.

Alıntı.

ÇATLAK TESTİ

 

Çin’de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığı testilerle dereden su taşırmış evine.. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış… Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve.. Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım; diğeri dolu olarak varırmış. İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış…

Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş. Fakat zavallı çatlak olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş:

‘Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor…’ Adam gülümseyerek dönmüş testiye; ‘Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlaklığını biliyordum… Senin tarafına çiçek tohumları ektim… Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın… 2 senedir o güzel çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim’ diye cevap vermiş.

 

Aslında hepimiz birer çatlak testiyiz. Her birimizin kendine has kusurları vardır. Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan, mükâfatlandıran, renklendiren…

Etrafınızdaki her kişiyi, oldukları gibi kabullenin… Onlardaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün…

Alıntı